Beyaz Konak Eğitimciler Programı

   EĞİTİMCİLER PROGRAMI         

Beyaz Konak Eğitimciler Programı

İDEAL GENÇLİK-MUSA DURMUŞ

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitine Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yusuf’lar, Ahmet’ler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Yüksek asrın arkasına gizlenmiş: Sıkıntılı asırdan kurtulup, maddi-manevi, Cennet asa bahara işaret ediyor.                                                                       

Sakitine nurun sözünü dinlemek ise; Üstat zamanındaki ruhlar aleminde bulunan istikbalin Nur Talebelerine seslendiğini ve güzel hizmetler yapacaklarına işaret ediyor). (Demek ki o günden bugüne, bu nesile mesaj var. Nerden anlıyoruz)

Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; oradan sesleniyor: Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. (Sadakte ifadesiyle; hayatta iken zaman zaman tenkit ve tekzib edilen Üstadımızın, istikbaldeki nesillerce takdir ve tasdik edileceğine alamettir.)

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum.

O gün kendisini dinlemeyen hatta ölümüne kastedenlerden yüzünü, sonra gelecek olan ve bu hakikatlere, kalbini, gönlünü açacak ve hizmet edecek olan gençlere sesleniyor: Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.

(Evet, o günlerin şiddetli kışında ekilen nur tohumları, bugün dünyanın her tarafında çiçekler açtı 55 lisanda okunarak meyvesini veriyor Elhamdülillah. Yani, istikbaldeki neslin hizmetlerinin güzel ve şaşaalı olacağını ifade ediyor.)

Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt ‘asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız.

Mezarımıza uğrayınız ifadesi, Allahü alem, maddeten dünyadan gitse de kıyamete kadar hatırlanacağı manasıdır.

Hediye talebi ise; kendisinin dünyada sevdiği ve keyiflendiği hizmetlerin tahakkuku ve sebep olması açısından Üstada hayır ve sevap olarak takdim edilip dönüşünü ve Kendisinin o güzel günleri bizzat göremeyip kabrinde seyredeceğini anlatıyor. 

Horhor Medresesi Osmanlı eğitim sisteminin sembolik bir mezar taşı hükmündedir. Çünkü yeni rejimin en büyük icraatlarından birisi de tevhid-i tedrisat kanunu ile dini talim eden medreselerin lağvedilmesidir. Yani bu dönemler İslam açısından karanlık dönemlerdir.

Ama Üstad Hazretleri bu karanlığın ilelebet gitmeyeceğini, bir gün bu karanlığın son bulup onun yerine güzel ve baharlı günlerin geleceğini ifade ediyor. "Bahar" burada İslam eğitiminin yeniden ihya olup kalp ve gönüllerde yeniden yeşermesini temsil ediyor.

Halbuki Osmanlı yıkılmak üzere, İslam alemi düşman işgalinde, dünyada dinsizlik hareketi her yeri kasıp kavurduğu bir hengamda, Üstad "Ümitvar olunuz, istikbalde en gür seda; İslam’ın sedası olacak." diyor, halbuki gidaşat ve hali alem bu söze ve ümide uygun değil. Bu sebeple Üstadın tespit ve ileri görüşlülüğünü o zaman insanları anlamakta güçlük çekiyor ve Üstada,  "sen hayal ile hakikati karıştırıyorsun" diye itiraz ediyorlar. Üstad da onların bu ümitsiz hallerini terk ederek hem onlara hem de gelecek nesillere hitaben bu sözleri sarf ediyor. Ve ne kadar da haklı olduğunu zaman hem gösteriyor hem de daha da gösterecek inşallah.)

 Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan لَكُمْهَنِۤيئًا (Ne mutlu size) sadâsını işiteceksiniz.

(Tabi bu bahara, nesli ati vesile olacak, Üstad Hazretleri de kabrinden bu bahtiyar neslin hizmetini seyredip, ne mutlu size diyecek.)

Bediüzzaman o günkülere de diyor ki: İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin! (Münazarat)

(Üstad, feryadına devam ediyor ve istikbaldeki Nesl-i Cedide sesleniyor)

"İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak."(T.H:24)

“En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır.” (Mektubat:398)

Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetin de gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. (Şualar:271)

(İhtarıyla da Gelen gençliğe mesajlar veriyor. Demek ki bu mesele bir şuur ve idrak meselesi olmalı ki, Üstadın, E.D. Lahikasındaki mektuba baktığımızda): Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merak âver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın. (Burada bizlere ince bir ayar var. Nedir o?)

Önce meşgul olduğumuz vazifeye bakalım:

“Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür.” Cümlesiyle uyarıldığımız ve dikkatimize sunulan ne?

“Dünyevî merak âver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz.” uyarısı ile önce: meşgul olacağımız vazife ile Misyonumuzu,

Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın”, ifadesiyle de Vizyonumuzu belirleyip:

“Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'ân ile cidaldeyiz.

Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor.” dedikten sonra,

“Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?” (E.D:69), ifadesiyle de bizden şikayetçi olup, bizi ikaz ediyor.

Neden 4.meseleye dikkat çekiyor? çok defa okuyunuz, diyor?

Yine Gençlik Rehberinde izahı var. Üstat Gençlik Rehberine almış bu Meseleyi

Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:

Sual: "Küre-i arzı hercü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun.

Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.

O gün Radyoydu, Radyonun yerini şimdi ne aldı acaba?

Zihinler, o gün mü daha meşguldü, yoksa bugün mü?)

Cevaben dedim ki: Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâ tereddüt sarf edecek.

(Yapılması gereken bu ise, bunu kıran sebep ne? İşte dehşet!)

  يَسْتَحِبُّونَالْحَيٰوةَالدُّنْيَا bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hâcât-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle, tiryaki ve müptelâ etmekle hâcât-ı zaruriye derecesine getirmesiyle hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır.

Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya setçeker, veya ikinci, üçüncü derecede bırakır.    يَسْتَحِبُّونَالْحَيٰوةَالدُّنْيَاعَلَىاْلاٰخِرَةِişaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâma da bilerek, severek tercih ettirdi.

(Vahim durum bu. Halbuki ne yapmalıydık?”

Her adamın, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâ tereddüt sarf edecektik. Öyle mi oldu? hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih edildi)

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

Herkesin, iman mukabilin de bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen   ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler.

Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

(His, heves, nefis, insi ve cinni şeytanlar, medya-cebimizdeki telefondan, evimizin köşesindeki televizyona kadar-ki, en tehlikeli durum: Biz bunların tehlikesine karşı ülfet ve ünsiyet etmişiz, birinci öncülüğü almış.

Halbuki öncülüğümüz neydi? İMAN DAVASI.)

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî --dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye Kanaat’ımız var.

O büyük (İMAN davasını) yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur'ân-ı Hakîmin mu'cize-i mâneviyesinden neş'et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur'dur.

(Bu önceliğimizi kaybedince durum bu oluyor. Bediüzzaman, yapılacak olanı söylüyor ve ideal şuurlu gençlere şöyle sesleniyor): Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.” (E.D.-1-:92),

Tesbit edilen verilere göre günde ortalama: 300.000 insanın öbür aleme gittiği söyleniyor.

Peki acı gerçek nedir? Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi? Şimdi bunlar için bizler, mesuliyetten ne derece kurtulabiliriz acaba? Neler yaptık?) Bediüzzaman mesleğimizi de söylüyor:

"Risale-i Nur, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir.

Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır.

Risale-i Nur, bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor.

Peki bunu nerden biliyoruz? Sözler Risalesinin, Konferans bölümünde:

Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. (Sözler:1012) ifadesi geçerken, T.Hayat’ta: Gizli dinsiz komiteleri,

"İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslâm ruhunu yok etmek, Kur'ân'ı toplatıp imha etmek" plânlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek,

"Otuz sene sonra gelecek neslin (GENÇLERİN)kendi eliyle Kur'ân'ı imha etmesini intaç edecek bir plân yapalım" demişler ve bu plânı tatbike koyulmuşlardı.

İslâmiyeti yok etmek için, tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür. (Lort Gürzon)

Evet, altı yüz sene, belki Abbâsîler zamanından beri, yani bin seneden beri Kur'ân-ı Hakîmin bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyanTürk milletini, bu vatan evlâtlarını, İslâmiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, Müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına, hususan gençlerin ve talebelerin iman ve itikadlarına dünyevî ve uhrevî felâketlerine çalışılıyor ve komünizm rejimine zemin hazırlanıyordu.

Ve bu plan, kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlarıyla alâkadardı.

İşte, Bediüzzaman Said Nursî'nin, Risale-i Nur'la Anadolu'daki hizmet-i imaniye ve Kur'âniyesine cansiperane çalışan bir fedai-yi İslâm olarak başladığı seneler ki, zemin yüzünün görmediği pek dehşetli bir dinsizlik devrinin başlangıcı ve teessüs zamanı idi.

 İşte Risale-i Nur, böyle dehşetli ve ehemmiyetli bir zamanın mahsulü ve neticesidir.Risale-i Nur, dinsizliğin istilâsını durdurmuştur.(T.H.)

Bediüzzaman, Nurların Kutsiyetini ve Nur Talebelerinin muvaffakiyetinin sırrınıda:

Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin'in (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir.

Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir. (E.D-1-:99)

İşte bu cadde-i kübrâ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir. (Mektubat:637)

Ve dikkatimizi çekerek: “Siz kat'î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.” (E.D.-1-:92) diyor.

Bu hakikatlere çalışmaya mani olan mazeretlere Bediüzzaman, sorulan bir suale: Risale-i Nur'un bir talebesi, Risale-i Nur'a çalışamadığının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi.

Biz de ona dedik: Risale-i Nur'a çalışmadığın için derd-i maişet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki, Risale-i Nur'a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalbde ferahlık ve maişette suhulet görüyoruz.   (K.L:169)

Ben pek kat'î bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kat'î kanaatım gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki: risale-i nur'un hizmetinde bulunduğum günde, o hizmetin derecesine görekalbimde, bedenimde, dimağımda, maişetimde bir inkişaf, inbisat, ferahlık, bereket görüyorum. (K.L:382) diyerek,bu gün gençlerimizin maddi alandaki yarın geleceğinin endişesini de cevaplamış oluyor.

Ve hemen:“Kabrin arkası için çalışınız. Hakiki saadet ve lezzet ondadır.” (mektubat: 694)  İfadesiyle,nereye ne kadar çalışacağımızı da tarif ediyor.

(Nur’ların te’lifi itibariyle süreci değerlendirdiğimizde, islamın ilk zuhuru ile bir benzerlik görüyoruz.)

Efendimiz (a.s.m.)’ınislamı tebliğe başladığında en yakınından tut, kavim ve kabilesinden,mekke’deki müşriklerden, devletlere kadar düşman ve rakiptiler.

R.Nur’ların telif edilmeye başladığı vasatı yukarıda gördük. Bu dinsizlik ve dinsizleştirme planması döneminde, Devlet ve devlet tarafından korkutulmuş Millette, Bedizzaman’ın ve bu hizmeti yapanların karşısında.

O günden bugüne, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında,

"Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?" diye, Risale-i Nur'dan medet isteyip, tahkiki İman dersini alan.” Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.”

Hakikatini düstur edinen Gençler, SAHABE misali maddi-manevi bütün varlıklarıyla hizmete koşuyorlar elhamdülillah.

Efendimiz (A.S.M.)’ın İslamı tebliğe başladığı ilk günlere baktığımızda, İlk Müslümanlardan sadece birkaç tanesinin 35 yaşının üstünde, geri kalan ashâb-ı kirâmın pek çoğu henüz yirmi yaşında bile değildi.

Meselâ, Hazret-i Ali -r.a- İslâm’ı büyük bir dirâyetle kabul ettiğinde henüz 10 yaşında bir çocuktu!

Efendimiz’in âzâd ettiği kölesi Zeyd bin Hârise -r.a- îmân ettiğinde 15 yaşındaydı.

Bugün 15 yaşında bir genç, acaba hangi sevdâların peşinde koşmaktadır?

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -r.â-, İslâm ile şereflendiği zaman 10 yaşlarındaydı.

13 yaşlarında iken Uhud Savaşı’na katılmak istemiş, ancak çok genç olduğu için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- izin vermemişti. Daha sonra büyük âlimler safının en başına geçerek en çok hadis rivâyet eden ikinci sahâbî olma şerefini elde etti. Genç yaşta dinleri uğrunda nice meşakkatlere katlandılar. Onların aşk ve fedâkârlıkla îfâ ettiği hizmetler sâyesinde, nice beldeler hidâyetle nurlandı ve İslâm ahlâkıyla huzura kavuştu.

Demek ki: "İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak."

Anlayışını kendine düstur edinmiş idealist gençler, İslam davasını omuzladılar ve günümüze taşıdılar ve taşımaya devam edecekler inşeallah.

Fakat! Bu kolay mı? Hiç te değil. Çünkü: Bunu anlayan İslam düşmanları, İslamın bayrağı ve bayraktarı olan milletimizin İman nurunu söndürmek ve İslama hizmetlerini durdurmak için, bilhassa Alem-i İslamda, hususenTürkiye’de genç neslin üstüne çökmüştür.

Neden? Çünkü: İdealden yoksun his, heves ve nefsani arzularına mağlup olmuş, ümidini kaybetmiş kişi, ideal bir genç olamaz.

Ancak,imanlı¸ ahlâklı¸ aksiyoner¸ kişilik ve karakter sahibi, maddi-mannevi;

“Yarını bugünden daha karlı yapabilme” hesabıyla hayata bakan Genç, dava sahibi olabilir.

Kim bu beklenilen Nesl-i Cedid?

Hadîs-i şerifte ki: "Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.”hakikatine inanıp,

 "İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak." İdeal Gençlerdir.

Bediüzzaman Hz, hayatını vakfettiği İman- Kur’an davasının hizmeti esnasında diyor ki:

"Bana ıztırap veren,

"Yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor.

 Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti.

Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez.

Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.  Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin İstikbali selâmette olsa!" Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor.

Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?

Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?

Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum.

İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz.

Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risale-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum.

Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim.

Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem.

Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum.

Yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur.

Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana, "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim.

Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.

Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var?

O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi?

Dar düşünceler, dar görüşler!

"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti.

Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.

Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım.

Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur."

İşte Bediüzzaman’ın, on üçüncü asrın minaresinin başında durup, üçyüz sene sonra gelecek olan ve: Milletin imanını selâmete erdirmek her türlü fedakarlığı yapacak gençlere sesleniyor.                   

Sual: Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?

Cevap: Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte, himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz odüşmana karşı لاَ تَقْنَطُوا kılıncını istimal ediniz.

Sonra müzahemetsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapteden  meylüttefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz كُونُوا لِلّٰه 2 hakikatini o düşmana gönderiniz.

Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden aculiyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, اِصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا 'yu siper ediniz.

Sonrada, medeni-i bittab olduğundan ebnâ-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Sizde, خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ olan mücahid-i âlî-himmeti mübarezesine çıkarınız.

Sonra, başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de, عَلَى اللهِ ﴿ لاَ غَيْرِهِ ﴾ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ olan hısn-ı haşini himmete melce ediniz.

Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş'et eden ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur.

Siz de,  لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ olan hakikat-i şâhikayı üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin.

Sonra, Allah'ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de, اِسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ       وَلاَ تَتَاَمَّرْ عَلٰى سَيِّدِكَ   olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.

Sonra, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de, لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى  4 olan mücâhid-i âlicenabı o cellâd-ı sehhara gönderiniz.

Evet, "Size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir." 

 Dipnot-1: "Ümidinizi kesmeyin." Zümer Sûresi, 39:53.

Dipnot-2: Allah için olunuz.

Dipnot-3: "İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın her an cihada hazırlıklı bulunun ve murabıt olun." Âl-i İmrân Sûresi, 3:200.

Dipnot-4: "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:463; el- Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:481, no: 4044.

Dipnot-5: "Tevekkül etmek isteyenler, sadece Allah'a tevekkül etsinler (başkalarına değil)." İbrahim Sûresi, 14:12.

Dipnot-1:"Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez." Mâide Sûresi, 5:105.

Dipnot-2: Efendine efendi olmaya çalışma.

Dipnot-3: "Emrolunduğun gibi dos doğru ol." Şûrâ Sûresi, 42:15.

Dipnot-4: "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." Necm Sûresi, 53:39.

 02-03 ŞUBAT BEYAZ KONAK

 

EĞİTİMCİLER PROGRAMI BEYAZ KONAK
IMG_1188
IMG_1186

haberler-100

Alemdağ Anadolu İHL Lider Eğitimi Programı

 2 Mayıs 2019 Perşembe

Milli Eğitim Müdürlüğü Veli Akademileri Veli Yetiştirme Programı

Devamı

Mobil Farkındalık Merkezi

 29 Mart 2019 Cuma

Mobil Tefekkür Merkezi harika organlarımız sergisi ile faaliyetlerenine okul bahçelerinde başladı.

Devamı

Ümraniye Gençlik Akademisi Hizmete Başladı

 2 Mart 2019 Cumartesi

Ümraniye MKM Moral Kültür Merkezinde kız öğrencilere has programlar etkinlikler ve değerler eğitimi çalışmaları ile hizmete başladı.

Devamı

Çağımızda Yaşayan MİMAR SİNAN: Necip DİNÇ

 1 Mart 2019 Cuma

Sanatçı kimdir? Nasıl değerlendirilir?
Sanatkâr Cenab-ı Hakk'ın esmasına mazhar olan kişidir. Cenab-ı Hakk ilham etmese, aklı, fikri, iradeyi ona vermese, imkânları ve şartları takdir etmese, sanatkâr ne yapabilecek?

Devamı

Ümraniye Okuma Programı ve Muhabbet Buluşması

 1 Mart 2019 Cuma

Okuma ve Muahabbet Buluşmalarımıza bir yenisi daha eklendi

Devamı

Liseliler Edirne Gezisi

 1 Mart 2019 Cuma

Gençler ile il dışı gezilerinden bu ay Edirne Selimiye Kırkpınar gibi birbirinden güzel, tarihi, kültürel, sanatsal ve manevi yerleri gezdik.

Devamı

Beyaz Konak Eğitimciler Programı

 7 Şubat 2019 Perşembe

Bediüzzaman; on üçüncü asrın minaresinin başında durup, üçyüz sene sonra gelecek olan ve: Milletin imanını selâmete erdirmek her türlü fedakarlığı yapacak gençlere sesleniyor

Devamı

Prof. Dr. A. Halim ULAŞ Semineri

 26 Ocak 2019 Cumartesi

Eğitimcilerin eğitilmesi amaçlı yapılan çok özel bir program

Devamı

Karne Günü 15 Tatil

 26 Ocak 2019 Cumartesi

Karne ve öğrenci arasındaki bağı farklı bir açıdan anlamlı kılma çalışması

Devamı